İdeoloji ve Kalkınma Üzerine
Japonya neden Çin'den önce kalkındı? Bunda ideolojinin rolü neydi?
Bu blogda arada bir Japonya ve Çin’in ekonomik kalkınma tarihine alternatif bakışlar sunan araştırmaları tanıtmaya çalışacağım. Bu yazıda, 19. yüzyılda Japonya ve Çin’de iktisadi ideolojinin kalkınmadaki rolünü tarihsel bir çerçevede ele alan bir makaleden bahsedeceğim. İki iktisat tarihçisi, Jared Rubin (Chapman Uni.) ve Debin Ma (Oxford Uni.) tarafından kaleme alınan “Ideology and economic change the contrasting paths to the modern economy in late 19th century China and Japan” başlıklı bu makale bu yıl Journal of Government and Economics dergisinde (Volume 15, article no. 100122) yayınlandı. Bu çalışmanın ücretsiz working paper versiyonu bu linkten indirilebilir. Bu çalışma, Japonya’nın neden Çin’den önce sanayileşip kalkındığı sorusunu da cevaplamaya çalışıyor.
Rubin ve Ma, Japonya ve Çin’in modernleşmesindeki birbirine ters patikaları inceliyor ve neden Japonya’nın Çin’den daha önce kalkınarak başarılı bir şekilde modernleştiğini ve bu farklılıkta ideolojinin oynadığı rolü vurguluyor. Makalenin ana konusu, Meiji döneminde Japonya’nın Batıdan gelen tehdide karşılık Batıya dönerek modernleşmesi ve Batı emperyalizminin doğrudan işgaline de uğrayan Çin’de ise içe kapanmanın ve -gerekli olduğunun farkına varmış olmasına rağmen- denediği modernleşmedeki başarısızlığın arka planında kurumsal ve politik farklılıkların yer aldığı. Meiji dönemi öncesindeki Edo (Tokugawa) Dönemi’nde Japonya’da feodal bir yapı ve ademimerkeziyetçi bir siyasi rejim vardı. Qing Hanedanı’nın idaresi altındaki Çin’de ise merkezi ve güçlü bir bürokratik yapı vardı. Bu iki farklı yapının Batıdan gelen dışsal şoka verdiği cevabın farklılaşmasının ardında hem bu kurumsal farklılıklar hem de ideoloji vardı. Aşağıda, makaleden alıntılar yaparak bu konuyu detaylı olarak irdeleyeceğiz.
Çin’de Yaşam Standardı 19. Yüzyılın Ortasında Japonya’nın Ne Kadar Gerisindeydi?
Önce, Çin ve Japonya arasındaki milli gelir farklılıklarına bakalım. Aşağıdaki şekilde gösterilen Maddison Project verilerine bakılırsa, 1990 yılı fiyatlarıyla Amerikan doları cinsinden, 1850 yılında Çin’in kişi başı milli gelir seviyesi (643) Japonya’nın (910) üçte ikisi civarındaydı. Britanya’nın kişi başı milli geliri ise Çin’in 4,4 katı, Japonya’nın 3,1 katıydı (Fransa için ise sırasıyla, 3,1 ve 2,2 katı). 1870 yılına gelindiğinde Çin’in geliri 751 dolardı ve bu Japonya’nın (985) gerisinde, Britanya’nın (3846) sadece beşte biri kadardı. İlginç bir karşılaştırma olması açısından Osmanlı için 1870 yılı tahmini 1451 dolar ve bu Fransa’nın (2383) yüzde 60’ı seviyesinde. Japonya, Osmanlı’yı 1913 yılında geçiyor (sırasıyla, 1852 ve 1834 dolar). Çin’in gelir seviyesi ise bu yılda 881 dolara ancak yükselebilmiş.
Kaynak: Maddison Project (cgdppc serisi)
Çin’in yaşam standardındaki bu geri kalmışlık nasıl açıklanabilir? Rubin ve Ma, erken dönem iktisat tarihçilerinin bunu kayırmacılık, yolsuzluk ve bunun gibi Çin’in sosyal yapısında görülen değişime bağladığını hatırlatıyor. Öte yandan, Kenneth Pomeranz, The Great Divergence: China, Europe, and the Making of the Modern World Economy başlıklı kitabında (2000), Çin’in ticari yönden en gelişmiş bölgelerindeki milli gelirin Sanayi Devrimi sırasında İngiltere ile neredeyse aynı seviyelerde olduğunu ve Çin’in siyasi, idari ve kurumsal geleneklerinde Çin’in geri kalmasına neden olacak zayıflıkların olmadığını da öne sürüyor.
Devletin kapasitesi de bir açıklayıcı etken olduğu düşünülebilir. Sng ve Moriguchi (2014) vergi gelirlerinin milli gelire oranını devlet kapasitesini ölçen bir gösterge olarak kullanarak, Afyon Savaşı (1839-1842) sırasında Çin’de bu oranın yüzde 2 olduğunu, fakat Tokugawa Dönemi’nde Japonya’da bundan çok daha fazla, yüzde 15’in üzerinde olduğunu gösteriyor.
Rubin ve Ma’nın Metodolojik Yaklaşımı: İdeolojinin Kavramsallaştırılması
Önce ideolojinin tanımını yapmak gerekiyor. Rubin ve Ma, ideolojiyi aynı ideolojiyi savunan insanların kafasındaki bir mental model olarak görüyor ve kurumsal iktisadın en önemli ismi Douglass North’a dayanarak ideolojiyi şöyle tanımlıyor: “girdileri çıktılarla eşleştirme (mapping) yaparken bir kişinin algıladığı mental modellerin çerçevesi”
İdeoloji kurumsal yapının ana taşıdır. Mental model yaşadığı çevre ile ilgili olarak kişinin bilişsel (cognitive) sistemlerinin yarattığı bir şey iken, kurumlar ise insan zihnine göre dışsaldır ve toplumsal yaşanılan çevreyi yapılandırmak ve düzene sokmak için yaratılırlar.
Rubin ve Ma, kurumlar ve ideoloji arasında birebir eşleştirme olmadığını vurguluyor. İdeoloji insan beyni gibi bir işlev görüyor ve sadece mevcut politikaları değil yeni bilgiler geldikçe ve şoklar yaşandığında gelecekteki politikalara verilebilecek tepkileri de etkileyebiliyor. Ayrıca, toplumların geçmişi nasıl değerlendirdiğini ve tarihsel hafızada nelerin kalıp korunacağını da belirliyor.
İdeolojideki değişimin de toplumsal gelişime önemli etkileri vardır. İdeolojiler genelde elitler tarafından kendi etki alanlarında tepeden inmeci bir tarzda topluma yayılır. Örneğin siyasetçi elitlerin etki alanı siyaset sahnesi, dinî elitlerin etki alanı din, endüstriyel ve iktisadî elitlerin etki alanı da ticaret ve ekonomidir. Kültürle ilgilenen iktisatçıların kültürün tabandan yukarı doğru veya aile içinde veya akranlar vasıtasıyla yatay olarak iletildiğini öne sürdüklerini (Bisin ve Verdier 2001) hatırlarsak, Rubin ve Ma’nın yaklaşımı onlardan farklı. Kültür de ideolojide insanların çok karmaşık bir yapı olan etraflarındaki dünyayı anlayabilmeleri için bir araçtır. Rubin ve Ma aralarındaki önemli bir farkın elitlerin kısa vadede ideolojiyi etkileyebileceğini ama kültürel değerleri etkileyemeyeceğini belirtiyor. Bu nedenle, ideolojik değişim kültürün iletilmesinden daha farklı temellere sahip olmalı. İdeolojide karar vericiler elitler, kültürde ise karar vericiler genellikle onu çocuklarına aktaran ebeveynlerdir.
Rubin ve Ma, burada ideoloji ve kültür arasındaki önemli bir farkın önemini vurguluyor. İdeoloji, dışsal bir şok veya bilgiye cevaben değişebilir. Bu değişim, kişinin gerçeklik algısını da değiştirebilir. Bu durum yukarıda bahsedilen, girdiler ve çıktılar arasındaki eşleştirmeyi etkiler. Siyasi irade, ideolojiyi değiştirmek istemeyebilir. Bu durumda, eski ideoloji ile yeni bilgi açıklanmaya çalışılır. Üstelik, bu etkili de olabilir çünkü insanlar kendi ideolojileriyle uyuşmayan bilgiyi önemsememe eğiliminde olurlar. Yani, bu inanç dış etkenlerin yol açtığı değişime (hatta krizlere) karşı dahi kendi kendini besler. Bu nedenle, siyasi güç sahibi bunu dışsal şoklara karşı kalkan olarak kullanabilir.
Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılabileceği üzere, insanın yeni bir ideolojiyi toptan bir şekilde kabul etmesi zordur. İdeoloji, dünyanın nasıl olması gerektiği ve kuralların nasıl düzenlenmesi gerektiği konusunda bir teknoloji ve tasarı gibi işlev görür. Buna karşın, kültür ise dünyanın ve mevcut kaynakların ne olduğu ile ilgilenir.
Rubin ve Ma, Doğu Asya’da Batı teknolojilerinin Asya ideolojilerine adapte olması ile Batı ideolojilerinin Asya’da özümsenmesi konularını yukarıdaki çerçevede ele alıyor. Batı ideolojilerinin başarılı bir şekilde benimsenmesinin Batı üretim yöntemlerinin benimsendiği durumda getirisinin daha fazla olduğu öne sürülebilir. Bunun sonucunda kültürel değişim de gerçekleşebilir. Batı ideolojilerini benimsemiş olan ülke ile ödünç olan ülke arasındaki kültürel mesafe ideolojinin benimsenmesi çabasındaki başarıyı etkiler. Yabancı bir ideolojiyi kabul etmek kolay değildir, çünkü bireyler potansiyel çıktılar hakkında emin olamaz. Ama, kültürel olarak daha yakın ideolojiyi kabullenmek ise daha kolaydır.
Peki, bir siyasi irade ne zaman yeni bir ideoloji ister? En kestirme cevap şudur: mevcut rejimin algıladığı tehditleri savuşturmak için işe yarayacağı düşünüldüğünde. Tehdidin algılanması da o kadar kolay değildir. Ama, toplumdan saklanamayacak kadar büyük bir tehdit ortaya çıktığında (örneğin, kaybedilen bir savaş) tehdit algısı daha kolay olur.
Rubin ve Ma, yukarı anlatılan çerçeveyi 19. yüzyılda Çin ve Japonya’ya uyguluyor. Şimdi, Rubin ve Ma’nın detaylı olarak anlattığı bu iki örneğe karşılaştırmalı olarak bakalım.
Çin ve Japonya’daki Ayrışımın Kökenleri
Önce, Çin ve Japonya’nın 19. yüzyılın ikinci yarısında ideolojik olarak ayrışmasına neden olan ayrışmalarına neden olan derin tarihsel nedenlere göz atalım.
Rubin ve Ma, Herbert Norman’ın 1946 yılındaki Japan’s Emergence as a Modern State başlıklı kitabına atıf yaparak, Çin’de 19. yüzyılın ortasında idarî bürokrasinin sivil olduğunu, merkezî bir sınav sistemi ile istihdam edildiklerini ve genellikle asiller sınıfından seçildiklerini belirtiyor. Konfüçyüsçü ortodoksiyi savunan bu bürokrasi Konfüçyüsçü temeller üzerinde kuruluydu. M.Ö. 3. yüzyılın başlarından itibaren iki bin yıldan uzun bir süre Çin devleti gücünü tanrıdan alan bir imparator ve onun tarafından atanan bürokrasi ile yönetiliyordu. Bu sistem, Savaşan Devletler döneminde (M.Ö. 476-221) Legalistler (法家) tarafından savunulan eyalet sistemi veya “prefectural regime” (郡县制) düşüncesinin ürünüydü. Kendinden önceki Konfüçyüsçü düşünceden farklı olarak feodal derebeylerinden oluşan ademimerkeziyetçi ve dolaylı idare düşüncesine tersti ve ona “feodal rejim” (封建制) deniyor. Legalistler bürokratların merkezden atandığı merkeziyetçi devleti, Konfüçyüsçüler ise bürokratların kendi idare bölgelerinde yargısal otonomiye sahip oldukları bir sistemi savundular. Her ikisi de siyasi istikrar için merkezde güçlü bir imparatorun gerekliliğini vurguluyordu. 19. yüzyılda her ne kadar resmî ideoloji Konfüçyüsçülük idiyse de Çin İmparatorluğu özünde feodal bir rejimdi (外儒内法).
Japonya’ya gelince, Tang Hanedanlığı döneminde (618-907) Çin’de mevcut olan merkeziyetçi idarî yapıyı kopyalayan Japonya’da kurulan merkeziyetçi yapı kısa sürede zayıfladı ve yüzyıllar içinde ademimerkeziyetçi bir feodal yapıya doğru evrildi. Japonya’nın kendi savaşan beylikler döneminin (1467-1600) sonunda askerî diktatör Shogun’un (将軍) merkezde olduğu ve 200’den fazla derebeylikten (han 藩) oluşan bir idarî düzen kuruldu. Hanların başındaki derebeyine daimyo (大名) deniyordu. 17. yüzyılın başından 1867 yılına kadar süren bu dönemde, sembolik imparator başkent Kyoto’da oturuyordu, ama asıl güç sahibi olan askerî diktatör Shogun’un bugün Tokyo olarak bildiğimiz Edo şehrinde oturuyordu. Bu döneme Japonya’da Edo Dönemi, Batılı araştırmacılar tarafından ise Shogun’un geldiği klanın adıyla Tokugawa Dönemi adı veriliyor. Edo Dönemi’nde, Japonya’da Bakufu (幕府) adı verilen Shogun rejimi, Çin’de Zhou Hanedanı döneminde (M.Ö. 1046-256) kurulan ama Savaşan Devletler döneminde yıkılan feodal sisteme benzer bir sistemi canlandırdı ve Çin’de 12. yüzyılda Zhuxi tarafından geliştirilen Yeni Konfüçyüsçülüğü resmî ideoloji olarak benimsedi. Yani, Çin’in tarihinde çok eskilerde kalmış olan feodal rejim Japonya’da diriltildi. Esasen, Shogun vasalları (hatamoto 旗本) sayesinde doğrudan Japonya'nın sadece dörtte birine hükmediyordu. Geri kalan topraklar 250 han şeklinde örgütlenmişti. Bunlar yarı-özerk derebeylikleriydi. Kendi askerî birlikleri vardı; vergi koyup topluyor, yerel idarecileri atıyor ve sınırlarını kontrol ediyorlardı. Tokugawa Klanı’na yakın olan ve 1600 yılında Japonya’nın birleştirilmesindeki belirleyici son savaş olan Sekigahara Savaşı’nda Tokugawa Klanı ve lideri Tokugawa Ieyasu’yu destekleyen klanların liderlerine Fudai 譜代 (içeridekiler) adı verilerek onlara verimli topraklar verildi. Savaşta karşı tarafta yer alanlara ise Tozama 外様 (dışarıdakiler) adı verildi ve daha uzak yerlere ve pek verimli tarımsal araziler olmayan yerlere sürüldüler. Tozama daimyoları siyasette ayrımcılığa uğradılar ve hep ikinci planda kaldılar. Bu feodal sistemin kendisi de Çin’deki Savaşan Devletler döneminde artık zayıflamış olan Zhou Hanedanı’na mensup imparatora karşı yerel beyliklerin ittifaklar kurarak birbirleriyle güç mücadelesine giriştikleri yapıyla benzerlik göstermektedir. Yani, sonuç olarak Edo Döneminde Japonya merkezi olmayan bir devletti.
İdeolojik Değişim ve Modern Ayrışma: Japonya’da Meiji Reformu
Japonya’da feodal rejime yönelik dış tehdit Meiji rejimi başlamadan (1868) önce 1854 yılında Amerikan gemilerinin Japon limanlarına gelmesi ve birkaç yıl içinde limanları zorla ticarete açarak önce Amerika sonra büyük Avrupa ülkeleriyle kapitülasyon anlaşmaları imzalanması şeklinde gerçekleşti. Buna ilk tepki, Konfüçyüsçü oldu. Japon elitleri arasında Çince’nin lingua franca olması ve 1840 yılındaki Afyon Savaşları bozgununa kendilerini uygar ve Batılıları barbar olarak gören Çin’deki elitlerin verdiği Konfüçyüsçü tepkileri okumuş olmaları bunda etkili oldu. Bu konuda yazan Wei Yuan ise, Batılıları yenmek için onların sahip olduğu üstün askeri araçlara sahip olmanın önemine vurgu yapıyordu. Wei Yuan’ın bu yaklaşımı Japonya’daki elit kesimde kendi ülkesi Çin’deki elitlerden bile daha büyük bir etki yarattı. Çin’de kendi koruma hareketinin de başlangıcı buna dayanır. Yani, başlangıçta Japonya da Çin’de de Batı tehdidine karşı ilk tepki benzerlik gösterdi. Fakat, Japonya’da sonrasında tepki farklılaştı.
Başlangıçta daimyoların çoğu ülkenin Batıya açılmasına karşı çıktı ama zamanla bunların sayısı azaldı. Ülkenin en uzak batı bölgelerinde yer alan 4 Tozama (Satsuma, Choshu, Tosa, Hizen) sonunda Shogun’a karşı isyan ederek 260 yıllık rejimi de sona erdirdiler. Rejimi sona erdiren bu isyanın ardındaki harekete İmparatoru Yüceltme ve Barbarları Kovma (尊王攘夷) adı verilmişti. Bu slogan da Çin klasiklerinden alınmıştı. Yeni rejimde imparatora siyasi güç verildi ve uç derecede milliyetçi bir elit grubu yönetime geldi. Bu elitler barbar olarak gördükleri Batı ile uzlaşmaya karşıydı. Bu Tozama elitlerinin önderlerinden Satsuma (bugünkü Kagoshima) ve Choshu (bugünkü Yamaguchi) daimyoları aslında henüz rejim değişikliğinin gerçekleşmediği 1863-1864 yıllarında Shogun’dan Batılıları def etmelerini istemiş ve Batılı gemilere saldırmışlardı. Fakat İngiltere’nin buna donanmanın askeri müdahale ile cevap vermesi sonucu bozguna uğradılar. Bunun hemen ardından, buy elitler Batı’nın askerî üstünlüğünü kabul ettiler ve ona hayranlık da besleyerek yerel askerî güçlerinin modernleştirilmesi için İngiltere ile iş birliğine girdiler. İlginç bir şekilde, merkezdeki diktatör Shogun da aynı amaçla Fransa ile işbirliğine girdi. Choshu özellikle Shogun karşıtı milliyetçi hareketlerin üssü oldu.
Bu sıralarda, Japonya Çin’in Batı ile önceki ilişkilerinden dersler çıkarmaya devam etti. 1862 yılında Shanghai’yi ziyaret eden Japonlar burada yerleşen batılıların yaptıkları binalarla modern bir görünüme kavuşan şehrin Batılıların yaşadığı kısmını görünce hayranlık duydular. Bunlardan biri olan Choshu kökenli samurai Takasugi Shinsaku, Çin’i idare eden Qing Hanedanı’nın merkeziyetçi idaresinin Batılılara karşı mağlup olup ne kadar etkisiz kaldığını vurgulayacaktı. Aslında bu sıralarda Çin’de Taiping İsyanı da Çin’deki merkezi rejimi güçlü şekilde sarsmış ve zayıflatmıştı. Kendinin İsa’nın kardeşi olduğunu iddia eden bir tarikat kuran Hong Xiuquan adlı bir güneyli köylünün 1850 yılında başlattığı Taiping İsyanı sırasında isyancılar Çin’in orta ve güney bölgelerinde bölgenin en önemli şehri Nanjing’i (Nankin) de içine alan bir devlet kurmuştu. İsyan ancak 1864 yılında bastırıldı ama bunun maliyeti Çin’in nüfusunun onda birinin ölmesi ve merkezî idarenin etkisizleşerek zayıflaması oldu. Takasugi, Çin devletinin ve merkezî idarenin güçsüzlüğünü anlamıştı. Çin devleti, isyanı ancak ülkenin orta bölgelerindeki Anhui ve Hunan bölgelerinden milisler devşirerek ve bu milis güçlerin liderlerinin yardımıyla bastırabilmişti. İlginç bir şekilde, bundan 3 yıl sonra Japonya’da merkezi idareyi devirecek olan askeri güçler de ülkenin en batısındaki derebeyliklerin askerlerinden oluşacaktı.
Meiji rejiminin arifesinde, Bakufu karşıtı milliyetçi elitler, Çin’deki merkeziyetçi rejime eğilim gösterdiler. Edo Dönemi’nin sonlarına doğru zayıflamış olan ve sonunu kendilerinin getirdiği zayıf merkezî idare yerine son beş yüz yıldır sadece sembolik bir işlevi kalmış olan imparatorun şahsında daha güçlü bir merkezî ve bürokratik bir idare kurmayı tasarladılar. Amaçları, Batı tehlikesini defetmekti. Bu amaçları kabul gördüğü için, rejim değişikliği Shogun ile bazı çatışmalar olsa da göreli olarak barışçı bir şekilde gerçekleştirildi. Rejim değişikliğinin hemen ardından hızlı bir şekilde güçlü bir merkezî idare tesis edildi. Fakat, merkezî idare için tarihte olduğu gibi sadece Çin’e bakılmadı. Batılılaşma ve sanayileşme hamlesi başlatıldı ve artık çok iyi bilindiği üzere bunda büyük başarı elde edildi.
Rubin ve Ma, Japonya’daki bu ideolojik değişimi kendi metodolojilerine uygun olarak şöyle açıklıyor: Batıdan gelen ve halktan saklanamayan tehdit ve sonrasında gelen küçük çaplı da olsa askeri yenilgiler sonrasında Japon elitleri Batıdan öğrenme yolunu seçti. Bu öğrenme, yeni bir ideolojinin ve yeni kurumların benimsenmesini de içeriyordu. Bunun merkezî idare ile çatışan ve sonunda onu devirmeyi başaran yerel elitler tarafından gerçekleştirilmiş olması Japonya’nın önemli bir karakteristiğidir. Bütün yerel liderler olmasa da bazı yerel liderlerin Batı tehdidini algılamış olması ve yeni ideolojiyi benimseme isteğine ve bilincine sahip olmaları önemli bir fark yarattı. Bunun yanı sıra, bu yerel liderlerin Batılı ideolojileri benimsemelerinden sonra diğer yerel liderlerin de bunları benimsemesi kolay oldu, çünkü Batı ile aralarında olan kültürel mesafe bu şekilde kısalmış oldu. Meiji rejimine geçildikten sonra, Batı ideolojisinin toptan olarak benimsenmesi ve buna Japon öğelerinin de katılması ile bu dönüşüm tamamlandı.
İdeolojik Değişim ve Modern Ayrışma: Çin’deki Reformlar
Tarih boyunca kendini uygarlığın merkezi olarak gören Çin, 19. yüzyılda Afyon Savaşı’nda Batıya yenildikten sonra tamamen hareketsiz kalmadı. Ordusunu modernleştirmek için mali kaynaklar kullandı ve sanayi tesisleri kurdu. 1860-1894 yılları arasında gerçekleşen bu hareketliliğe Kendini Güçlendirme Hareketi (Self-Strengthening Movement) adı veriliyor. Taiping İsyanı’nın iyice zayıflattığı Çin’de yükselen bazı güçlü yerel bürokratlar malî kaynaklara da kavuşmuştu. Yani, merkeziyetçilikten uzaklaşılmıştı. Fakat bu özerklik sınırlıydı. Örneğin, isyanın bastırılmasında en etkin rol oynayan ve Hunan milis güçlerinin lideri olan Zeng Guofan, isyan bittikten sonra en güçlü olduğu dönemde ordusunu dağıtmış ve imparatora bağlılığını göstermiştir. Konfüçyüsçülüğe sıkı bir şekilde inanan Zeng, Kendini Günlendirme Hareketi’nin de bir lideri oldu.
Çin’deki modernleşme hareketi Japonya’da olduğu gibi bir rejim değişikliği getirmedi; muhafazakâr elitlerin eliyle statükoyu korudu. Japonya’da olduğu gibi, geleneksel ideolojinin temellerine dokunmadı. Bu hareketin gündeminde Japonya’da olduğu gibi anayasa, modern bir ticaret kanunu, para sisteminde reform, modern bankacılık sistemi, demiryolu ve deniz ulaştırmacılığı gibi altyapı yatırımları yoktu. Hatta, demiryolu yapımı özellikle imparatoriçe Cixi’nin isteği ile yasaklanmıştı. Yani, Qing Hanedanı’nın Çin’de reform ile anladığı askerî teknolojilerin ve ekipmanlarında getirilmesinden ibaretti. Yani, barbarlardan almaları gereken sadece bunlardı. Meiji reformunda ise Japonya barbarlardan çok daha fazlasını, hatta ideolojisini de almıştır.
Çin’deki merkezî siyasi yapı, ülkenin doğu ve güneyindeki gelişmiş kıyı bölgelerinde Batı tehdidine karşı bir tepkinin tesis edilmesini önledi. Halbuki, Japonya’da gerçekleşen şey tam da o olmuştu. Taiping İsyanı sonrasında merkeziyetçi yapı zayıflamıştı ama hızla tekrar merkeziyetçi yapı onarılarak devam ettirildi. Bu da eski ideolojinin sürekliliğini sağladı. Yani, Japonya’daki zayıf merkezî idare ve ademimerkeziyetçi yapıyı çatırdatan yerel bazı elitler eski ideolojiyi atıp yeni bir ideoloji tesis edebildi, ama muhafazakâr bir merkezî idarenin hakim olduğu Çin’de ise ademimerkeziyetçi bir yapının kurulması engellendi ve Batıya karşı yerel olarak gerçekleşebilecek tepkiler olabilecekse dahi önü kesilmiş oldu.
Kendini Güçlendirme Hareketi hazin bir sonla bitti. Çin-Japon Savaşı’nda Japonya deniz savaşlarında Çin’i yendi ve Çin’e ait olan Taiwan adasını hakimiyetine aldı. Kendinden çok daha düşük seviyede gördüğü Japonya’ya karşı yaşanan bu ağır yenilgi Çin’deki elitler arasında büyük bir mental şok yarattı. Bu kez de Japonya’yı anlamaya ve öğrenmeye başladılar. Aslında Japonya’daki modernleşme ve sanayileşme Çin’in gözünden kaçmış değildi. Japonya’daki elçi Huang Zunxian 1887 yılında Japonya’nın dönüşümünü inceleyen bir çalışma yapmış ve Çin’deki elitlere göndermişti. Ama pek de etkili olmamıştı. Fakat yenilgi sonrasında birden bu kitap kıymete bindi.
Tarih boyunca Japonya Çin’in kültürel olarak alıcısı olmuştu. 1894 yılı öncesindeki üç yüzyıllık dönemde 129 Çince kitap Japoncaya çevrilmişti. Aynı dönemde Çinceye çevrilen Japonca kitap sayısı ise sadece 12 idi. 1896 yılından sonraki on yılda ise 958 kitap Japoncadan Çinceye çevrildi (tam tersi çeviri sayısı ise sadece 16). Yani, bu savaş sonrasında Çin’deki aydınlar yüzlerini Japonya’ya döndü. Japoncaya çevrilen Batı dillerindeki terimler Çinceye de aktarıldı. Bu şekilde, Batı ideolojisinin Çin’e tanıtılması da büyük oranda Japonya üzerinden gerçekleşti. Çin’den Japonya’ya çok sayıda öğrenci gönderildi ve çok sayıda Japon danışman ve eğitimci Çin’e davet edildi.
Rubin ve Ma, bu tarihsel arka plana dayanarak, Çin’de kültürel mesafenin çok fazla olduğu Batıdan yabancı ideolojinin alınması ihtimalinin düşük olduğunu, Batı tehdidine en yakın kıyı bölgelerinde dahi bu bölgelerin kendi ideolojilerini oluşturmalarına izin verilmediğini belirtiyor. Ancak kültürel mesafenin daha az olduğu Japonya’dan öğrenilerek bu ideolojiler Japonya’ya girebilmişti. Burada ilginç bir örnek, genç imparator Guangxu döneminde gerçekleşen 1898 yılındaki Yüz Gün Reformlarıdır (Hundred Days’ Reform). Hunan bölgesi merkez olmak üzere Batı ideolojilerine ilgi duyan ve bu konuda bilgili olan güneydeki Guandong kökenli elitler Huang Zunxian, Kang Youwei ve Liang Qichao vasıtasıyla yürütülen bu reformlarda, elitler Japonya’daki Edo Dönemi’ndeki merkeziyetçi olmayan feodal sistemin avantajlarını kavramış görünüyordu. Taiping İsyanları sırasında Çin’de de Anhui ve Hunan bölgesi elitleri merkezî idareden otonom hareket etme imkânı bulabilmişti. Yüz Gün Reformlarında Hunan bölgesi Japonya’daki Satsuma ve Choshu gibi rol oynadı ve Meiji tarzı bir modernleşme hareketine girişildi. Bu hareketin amaçları şunlardı: anayasal monarşinin tesis edilmesi, memur alımındaki sınav sisteminin kaldırılması, üniversite kurulması, tarım reformu, modern eğitim sistemi ve eğitim reformu, ticaretin kolaylaştırılması ve özel girişimciliğin geliştirilmesi için reformlar, askerî reformlar, demiryollarının kurulması, modern sanayilerin kurulması. Fakat bunun sonucu ağır oldu. Genç ve deneyimsiz imparatorun yerine ipleri elinde tutan imparatoriçe Cixi darbe olarak nitelediği bu reformları sert ve kanlı bir şekilde sona erdirdi.
Bu reform denemesi, sonrasında 1903-1911 yılları arasında anayasal harekete ilham verecekti ve Japonya’daki Meiji reformlarını örnek almıştı. Çin’de anayasal meşrutiyetçi bir rejim kurmayı hedefleyen bu hareket yerel idarelere büyük özerklikler vererek ademimerkeziyetçi bir idarî yapıyı tesis etmeyi de hedefliyordu. Modern bankacılık sistemi, ticaret reformu gibi Japonya’da gerçekleştirilen reformlar birbiri ardına geldi. Hatta, 1905 yılında devlet memuru (mandarin) alımında bin yıldır uygulanan sınav sistemi de kaldırılacaktı. Çin, 20. yüzyılın ilk yarısında bu reformlar sayesinde önemli bir toplumsal ve ekonomik ilerleme yaşadı. Fakat, 1911 Devrimi ile başlayan süreçte monarşi, cumhuriyetçilik, komünizm gibi çeşitli ideolojiler arasındaki çatışmalarla sürekli çalkalandı ve buna iç savaşlar ile Japon işgali de eklenince bu yarım yüzyıllık dönemde bu reformlara rağmen bir türlü siyasi olarak istikrar yakalayamadı.
Sonuç
Rubin ve Ma, yukarıda detaylı olarak tanıttığım çalışmalarında merkezî yapının güçlü olduğu toplumların yeni ideolojileri benimsemesinin kolay olmadığını ve yeni ideolojilerin kabul edilmesinde kültürel yakınlığın da önemli bir rol oynadığını vurguluyor. Buna örnek olarak Çin’deki merkezî ve mutlakiyetçi yapıyı gösteriyorlar ve geleneksel Çin-merkezli dünya görüşünün ülkeyi yeni entelektüel kaynaklara kapatarak Batıdan gelen tehdidi ve yol açtığı krizi iyi anlayamamalarına neden olduğunu belirtiyorlar. Japonya’da ise ademimerkeziyetçi feodal sistem içinde sivrilen elitlerin önayak olmasıyla Batı ideolojileri benimseniyor. Çin ve Japonya arasındaki ayrışmanın önemli bir nedeninin bu olduğunu öne sürüyorlar.
Rubin ve Ma’nın bu çalışması oldukça provokatif ve doğal olarak hem Çin hem Japon iktisat tarihi açısından eleştirilebilecek yönleri var. Çin tarihi konusunda kendimi pek yetkin görmediğim için sadece Japon tarihi konusunda bir şeyler söyleyebilme hakkını kendimde görüyorum. Öte yandan, Çin iktisat tarihi perspektifi açısından bu çalışmayı eleştirel olarak değerlendiren ve benim severek takip ettiğim bir iktisat tarihçisi olan Pseudoerasmus, Çin ve Japonya’da devlet kapasitesini ele alan Sng ve Moriguchi’nin “Asia’s Little Divergence: State Capacity in China and Japan before 1850” başlıklı makalesine zengin içerikli bir değerlendirme yazmıştı. O yazıda, bu makaleye de uygun bazı eleştiriler var.
Aydınlatıcı bir yazı, teşekkürler, Türk sağındaki Japon hayranlığının ne kadar oksimoron bir durum olduğu daha iyi ortaya çıkıyor.
Ali Bey, YouTube'da izlediğim videolar Japon ekonomisinin daha çok iç pazara dönük olduğunu, G.Kore ve Çin ekonomilerinin ise dış pazara ve ihracata dönük olduğunu söylemiştiniz. Sn. M. Adnan Akfırat'ın 17.01.2025 tarihli Aydınlık Gazetesinde yer alan yazısında (https://www.aydinlik.com.tr/koseyazisi/cin-hakkinda-bes-yanlis-ve-uc-soru-503879) "Çin Gümrük İdaresi verilerine göre, 2024 yılında Çin'in ihracatının GSYİH'deki payı yüzde 20’ydi. Çin, 2024 yılında yüzde 5,2 büyüdü. İhracatın büyümeye net katkısı Eylül 2024 itibariyle yüzde 1,14 olarak gerçekleşti. Üstelik bu sınırlı pay, 2006’dan beri 5 Yıllık Kalkınma Planları uygulandığı 4 dönemdeki en yüksek oran olarak kaydedildi." şeklinde bir ifâde yer aldı. Bu konudaki görüşünüzü merak ettim.
Saygılarımla,